Menfur Saldırılar No:1 – KRAL ve BEN

İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

Bir “çirkin” deyişi vardı annemin, Charles Bronson için; inanmak içinden gelmez. Bunun ne yaşın getirdiği saflıkla bir ilgisi var; ne de hani hayransındır ya adama mesela, öyle en bir çocuk halinle, derin derin, iflah olmaz tarafgir; işte ne de onunla bir ilgisi var. Çekilen iç’in kulakta bıraktığı ses ve dahi üşüme, annenin gözlerine bir göz atmaya dürter; tabii ki en şahanesinden bayıktır.

    Yine de içime sindiremezdim: “Çirkin mi?… Çirkin senin babandır.” Dedemi neden işin içine soktuğumu bilmiyorum, çok öfkelenmiştim ve aslında koşarak uzaklaşmaktan gayrı yoktu dileğim. Yapamadım, çekiştirmeye devam ettim eteklerinden:

    “Kim söyledi bakalım sana Charles Bronson’un çirkin olduğunu?”

    Spiker söylemiş, o sarışın, şehla bakışlı, sıkıcı spiker. Önünde çiçekler varmış, değişik renklerde. Bir şeyler olmuş o gün, kalabalık ve gürültülü, galiba biraz bunaltıcı da şeyler. Ama spiker çok ciddiymiş; yalan söylemesi pek de olası değilmiş.

    “Üstünkörü bir başlıcaroller dağılması daha. Kim dağıtıyor bunları kuzum, söylesenize?”

    “Ben dağıtmıyorum.” dedi spiker, haklı olarak.

                                                          —————-o—————-

    Bir ordu düşünsene bir çarpışmanın içinde. Uzuun uzun kazılmış bir siperde itinayla dizilmiş bir yığın savaşçının birbirlerine kat-i surette dokunmadıkları ve dahi görmedikleri, aslına bakarsan herhangi bir duyunun herhangi bir halta yaramadığı garip bir savaşta; her birinin kendini bilmekle otomatik olarak başlatıverdiği, beyhudeliği -geçen zamandan gayrı- oracıkta duran, ama büyük, çok büyük bir savaşta.

    Bir görünüp bir kaybolan savaşçılar düşün, habire saf değiştiren.

    Kararlı  bir ajitasyon yankılanmalı uzay boşluğunda; değecek kulaklar aramalı. Envai çeşit mahlûkattan kendine eş ya da eşler bakınıp, sonra sükûnet gösterip doyumsuz da vurmalı, öte yandan.

    Öfkesi kaşlarına sinmiş dalgalı saçlı bir kadının, veya kibar görünümlü, saçları arkaya taralı bir adamın, yahut antenleri kıvrım kıvrım, genç ve semirmiş bir karafatmanın, o da olmadı, şu tepede kendini henüz göstermiş çürük dişli çakalın ağzından çıkmış olabilecek, dolayısıyla efendim, hayli piç, fakat yine de kararlı bir ajitasyon. Şarkı gibi. Evet, evet, şarkılar gibi. Yapsa yapsa o yapar, bir tek o, zihnindeki hayrete şayan sipere her nasılsa ustaca yerleştirdiğin ağlak savaşçıların başlarını hafifçe uzatmalarını sağlayabilir.

    Belki de sağlayamaz, bilemiyorum şimdi. Ama birazcık şanslıysa, zalimce üzerlerine atılacak içi geçmiş meyvelerden onları korumayı bile başarabilir.

                                                          —————-o—————-

    “Benim şarkım bitirebilir bu savaşı” dedim sonra, “ya da senin şarkın.”

    “Hangi savaşı?” diye sordu spiker, haklı olarak.

    “Filmdekini diyorum, hani Charles Bronson’la kötüler arasındaki.”

    “Evet, bitmesi sanırım hepimiz açısından en hayırlısı olacak. Kalmadı takatimiz, kanları çekildi daha doğmamışlarımızın bile.”

    “Öyle diyorsun ama ya galip çıkarsa kötüler?”

    “Kötü olan nedir sence?” diye sordu annem sonra. İrkildim, hiç düşünmemiştim. “Taş atmak kötüdür belki de…”  diye mırıldanıp eğdim başımı.

    “Hımm… Pek emin görünmüyorsun…” dedi ve düşündü biraz.  İyice küçüldüm sessizlikte. “Haklı olabilirsin, kötüdür belki de taş atmak. Lakin ben bunu eylerken aldığı şekli severim insanın. Hiddet yüklenmiş kolun kaçarcasına gerilir ardına doğru, diğeri hedef gösterir gibi havalanır. Bir nevi danstır, hoştur seyri.”

    Artık sürünüyordu zihnim. Charles Bronson nasıl dans ederdi ki acaba?” diye geçirdim içimden, ama soramadım.

                                                          —————-o—————-

    Herkesin herkesi yok etmeye çabaladığı, ötekisi muğlâk bir varoluş savaşının tam ortasındasın. Kainatın en kalabalık ordusu kendine karşı savaşıyor. Hangi taraftır ki kalabalık olan? Ya da savaşçıların kuru gürültüsünden mi ibarettir nicelik? Herhangi bir dişinin meme ucundan sarkan herhangi bir süt damlasına hapsedebilir misin bu post-modern makinelerden herhangi birini?

    Yaşamının  kaynağı beni düşünmekten geçsin; kibarca yerleştir hatıratından sorumlu beyin hücrelerinden birine, beni ve artık tutulamayacak kadar sertleşmiş ellerimi. Orada korunuvereyim birden bire ve seni yalın kılıç, oradan seveyim; saçlarını okşarken arzın dibine çalayım bedenini. Oradan bağırayım ne varsa biriktirdiğim; oradan dinle beni.

                                                          —————-o—————-

    “Şimdi sana şu dörtnala üzerime doğru gelen domuz sürüsünü anlatacağım.” dedim, ama açıkçası ne anlatacağımı pek bilmiyordum. Daha açıkçası, o an olan şey artık tam olarak üzerime gelme şeklinde açıklanamazdı.

    “Omuzlarımı tepelemeye az önce başladı en ön saftakiler; başımı ve kollarımı da.”

    Bakıştık, meraklı görünüyordu, biraz da şikâyetçiydi sanırım halinden.

    “O halde az önce gördüklerimi dinle.” dedim, ama sadece benim görebileceğim şeyler olduğundan biraz şüpheliydim. Bu durumda anlatmam pek akıllıca görünmüyordu; denedim yine de, son kalan gücümle:

    “Öfkeden midir bilmem, kıpkırmızıydı kulakları, tan kırmızısı gibi, ama daha bir göz alıcı sanki. Aceleyle kaçırıp bakışlarımı, bir diğerinin gözlerine koydum. Komik gelecek belki ama, içi gülüyordu. Her şeyi anlamış gibiydi. Öyleyse binlerce yıl önceki atalarından biraz farklı olmalıydı. Bu, bir savaşın kaybı mıydı, yoksa nihayet zafer miydi, bilemedim. Utandım.”

    Sonunda, birisi beni kokladı işte. Kan revan içindeydim, ama ne gariptir ki bu ona pek çekici gelmedi.

    “Sana biraz soluğundan da bahsetmeliyim; haşarı bir çocuğun ona dokunmak isteyeceğinden eminim çünkü.” Çok heyecanlanmıştım. “Yumuşak dokusuna karşın bana bir yol göstericiymiş gibi göründü. Belki yanılıyorumdur. Ama eğer yanılan ben değilsem, bundan böyle aynı akmaz hayat. Ne senin için, ne de benim için.” Yerle birdim artık, yeniden doğmak gibi.

    “Dans edelim mi?” diye sordu spiker, haklı olarak. Devasız bir keder okudum gözlerinde; hiçbir şey gelmese de elimden, üzüldüm.

    “Evet… Tabii ki…” Belli oluyor muydu bilmem, coşkundum ve ölmek üzereydim bundan. “Ama bilmelisin ki henüz bu tarz becerilerden uzağım.” Sıkıcı bir robotunkinden farksızdı sesim. “Az önceki binyılda bunu hayal etmiş olsam da…” Rüzgar burnuma çöl kokusu getirdi, tam da bu esnada. “Biraz daha beklemek gerektiğini fısıldıyor kulağıma, şimdi duymakta olduğum her ses.”

    “Biraz daha beklemelisin.” dedi annem.

    Kalktım… Yürüdüm… Sürünmüyordum artık… “Charles Bronson öldü anne.” dedim ellerini tutup, onu da kaldırdım sonra, gözlerime baktı, gözlerine baktım. “Benim artık bu savaşın bendesi.”

    Annem gülümsedi, birer damla yaş süzüldü gözlerinden.

    Spiker omuz silkti, çekti gitti sonra, dönüp bakmadı bir kez bile.

    Mart 2010

Yazı: Alper Bakıner

İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

İlk yorum yapan olun

Bir Cevap Yazın