Menfur Saldırılar No:2 – “BU MART SOĞUKTU SAFİR”

İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

Moritz nam bir zat-ı mestan komşuluk eder kulunuza; soldan ikinci viranenin alttan birinci penceresini mesken tutar. Pir-u pak denemez belki lakin öyle bok çukurundan çıkmış da değildir. Daha ziyade ağır külliyatıyla bilinir ama göğsünün hafifçe altına gizlenmeye çalışan, siyahın üstüne biraz garip durmuş açık kahverengi benek onun asıl alamet-i farikasıdır; pek kimse bilmese de.

İşte bu Moritz bir akşam gök karardığında yavaş yavaş açtı gözlerini, gözlerimin önünde. Bir bakıştık fakat bunun ayrımında olduğunu sanmıyorum. Biraz durdu öyle; sonra usulca ayağa kalkıp artık iyiden iyiye eprimiş kütlesini hantalca bıraktı aşağı ve bırakmasıyla beraber ağır ağır döndü. Gözlerimin önünde iki sıra önündeki duvara bitişik taşa yerleştirdi ellerini ve oradan öyle bir gerindi ki, kopacak sandım. Biraz sürdü bu hali. Sonra yine bakıştık; galiba bu kez o da fark etti.Yürümeye başladı Moritz kaldırım sıra. Yavaştı ve kıçı yavaş yavaş bir sağa, bir sola kıvrılıyordu. Kendisi de köşedeki bakkaldan yukarı kıvrıldı.

Şimdi yanımdan geçen bu çift önceden onun kafasından geçti mi bilmiyorum; ama şu tiz perdeden şikâyetler sıralayan kadını onun da duyduğundan eminim. Rüzgâr da önceden onun tüylerini kaldırdı muhtemelen.

Sokağın sonundaki meydana vardık. Moritz ardına baktı bu sıra fakat beni görmedi, ya da görmek istemedi. Bir araba geçti önümüzden. Sonra Moritz devam etti; peşinde kuyruğu ve ben.

Ağaçlar gördük… Bebek arabaları ve ayakkabılar… Nasıl olmuşsa bir önceki geceden kalmış birkaç öfkeli bağırtı… Soğuktan kurumuş bir el gördü sonra Moritz; pek ilgilenmedi…

Yaşlanmış sokağın saçları gibi seyrelmiş kedileri gördük… Ne yalan söyleyeyim; üzgün ve üşümüş görünüyorlardı…

Bütün bu kalabalığı geçince, en köşede bilmem hangi zamanın bilmem hangi rüzgârından; ya da ne bileyim, belki de besbereketli bir yazdan beli fena halde bükülmüş bir incir ağacının altında durduk…

Ağacın baktığı yere baktık… Hala yaşamakta olan yarımay bir dalgaya vurdu…

“Şimdi biraz daha ışık olsaydı” diye iç geçirişimi o duymuş mudur bilmem…

Ama ben Moritz’in “Safir” diye geçirdiği iç’i ellerimle koydum buraya…

***

Dediklerine göre her uyku çıkışı tutunduğu o taşı oraya yerleştiren yol işçisinin ismini vermişler Moritz’e. Kendi kendine söylenir ya da hikâyeler anlatırmış bu adam. Bir gün neden hep yürürken sola yalpaladığını anlatmış mesela. Başka bir gün tükürüğün ağız sağlığına olan faydalarından; daha başka bir günse, geldiği yerde ekmek hamurunun içine atılan acımsı bir kökten söz etmiş de, bizim komşu dışında hiç kimse dinlememiş bunları.

Demeye devam ettiklerine göre adam Moritz, o son taşı avucunun ortasıyla pat pat vurmak suretiyle yerine yerleştirirken bilindik halinden birazcık daha öfkeli görünüyormuş. Hiç olmadığı kadar ses çıkıyormuş her bir vuruştan da; taş iyice yerleştikten sonra bile vurmaya devam ettiğinden ölçüyü azıcık kaçırmış.

Sonra durmuş. O son taşa öyle bakakalmış. Anlattıklarına göre akşam çöktüğünde hala bakıyormuş. Son vapurla evlerine dönenler de onun hiç kımıldamadan taşa baktığını görmüşler. Moritz’in dediğine göre bir gözü artık o taşın rengini aldığında bile bakmaya devam ediyormuş adam. Sonra diğer gözü taş olmuş; yetmemiş, taşa vurduğu avucu da. Taş kolları sıra yürümüş adam Moritz’in, ne bilekleri kalmış, ne de parmakları. Bunların hepsi bizim Moritz’in gözleri önünde olmuş.

Şimdi Moritz bana diyor ki; bu taş bir kez duraksamış sadece. Ama Moritz bu duraksamanın neden olduğunu tam olarak kavrayamamış: Taş Moritz’in ona baktığını henüz fark ettiğinden mi; yoksa yolunun üzerinde artık sadece adam Moritz’in kalbi kaldığından mı?

En sonunda dediler ki; Moritz bu garibanın önce bakışlarını, sonra dilini, sonra hikâyelerini, sonra dertlerini, sonra dirayetini, sonra sessizliğini… Öyle olunca en sonunda ismini almış da; bir daha kımıldayamamış bu yükten.

***

“Senden isteyip isteyebileceğim beni biraz ısıtman.” dedi Moritz hiçbirimizin beklemediği bir cesaretle. Safir başından beri yaptığı gibi gözlerini sola devrilmiş tutmaya devam etti. “Ellerimle birleştirebilirim kopan parçaları” dedim. Moritz öfkelendi. Yarımay tepede yine göründü; Safir ona şimdilik bakmadı.

“Şu yıldızın benim için kayması hepimizin hayrına olurdu.” diye söylendi Moritz titrek bir sesle. Gösterdiği yüzü asık parıltıya baktım. Safir’in gözü bir süredir tepede dönüp duran kuşa takıldı; karnı gibi gözleri de ara sıra parlıyordu bu kuşun. “Hangimizin yerine?” diye soracak oldum. Moritz her zamanki gibi yavaşça çevirdi başını. Gözlerindeki öfkeyi ellerimle tutabilirdim; ama sesi herhangi bir histen uzaktı:

“Her düş kendi düştüğü aklı yakar.”

Safir’in başı kuşla beraber dönüyordu. Sakin görünüyordu Safir; hatta gözlerim beni yanıltmıyorsa hafifçe gülümsediği bile söylenebilirdi. En azından havadaki bu garip kasvet ona pek ilişmemiş gibiydi. “Birkaç güzel günün düşüydü beni yakan.” diye devam etti Moritz. Kuş Safir’in şimdi biraz büzüşen dudaklarından geçti. “Oysa bir düşten ibaret olması gereken, bütün bu olan bitendi .”

Şimdi bir adım attı Safir, incir ağacına doğru… Bir adım daha… Sonra birkaç adım daha… Kuş dönmeye devam ediyordu… Safir -bir kızgınlıkla
değil ama- etrafında dönenleri aklı almamış birinin edasıyla kaşlarını çattı… Kuş tuhaf bir sesle bağırdı; sessizlikte birkaç kez yankılandı ve söndü… Safir en yakındaki dala usulca kondu… Ağacın bükülmüş beli boyunca tüm zarafetiyle tırmandı…

O kadar güzel görünüyordu ki; kuş dayanamayıp bırakıverdi nazarını…

***

Mülayim bir dostundan bahsetti bir gün Moritz; çok eskiden tanıdığı. Demiş ki bu dostu; her şubat sonunda kedilerin vücutlarında üç boşluk peyda olurmuş: İlki, sol üstten ikinci kaburganın bitiş noktasında nüksedip büyümesi yaklaşık iki buçuk gün sürermiş. Buradan bir ay boyunca kullanılacak miktar ve çeşitte kokular imal edilir, böylece yâre yarene rezil olmanın önüne geçilirmiş.

İkincisi sol arka bacağın hemen dirsek üstüne konuşlanırmış ve ilkinden sonra düşmesine rağmen hemencecik bir âdem elması büyüklüğüne geldiğinden olsa gerek, ilkinden önce girişirmiş lisan meseleleriyle cebelleşmeye. Bilge kişinin dediğine göre; bu haytanın en ufak bir beceriksizliği bütün bir mart ayının tarife gelmez çığlıklarla tarumar olmasına sebep olabilirmiş; fakat çok şükür ki kediler âleminin bilinen tarihinde böyle bir talihsizlik vuku bulmamış.

Şubat ayının son gecesi, çenenin iki santim altına ve birkaç milim sağ tarafa, kedi çıplak gözüyle görülemeyecek kadar küçük ve saydam bir kürecik düşermiş son olarak. En çok korkulması gereken de buymuş. Asli işlevi usturuplu bir şekilde efkâr çekmeyi, sözgelimi güzelce ağıtlar yakmayı sağlamak da olsa bu kürecik; seyrek rastlanan kimi alengirli durumlarda kendi hacmine rıza gösteremiyor olmasından sebep, öyle bir hızlı büyürmüş ki; daha yedinci günden görünür, on yedinci günden acıtır hale gelirmiş. Yirmi yedinci gündeyse, artık zulümden inim inim inlermiş biçare kedi.

Bilge kişi burada biraz susmuş. Denize bakmış. İç geçirmiş. Moritz, meraktan olsa gerek, yoksa sorgulamaktan değil hâşâ, titretmiş birazcık bıyıklarını.

Bilge yavaşça dönmüş yüzünü… Gözlerinden bulut geçmiş… Sağ patisini Moritz’in alnına koymuş… Şimdi biraz daha soğuk esmiş rüzgâr… Bilge gözünden yaş getirmiş… Bir incir yaprağı mart’a isyan etmiş… Moritz kaşlarını kaldırmış, sadece merakla… Bilge boğazını temizlemiş… Yüksek perdeden ıslık çalmış rüzgâr… Yaprak denize savrulmuş… Moritz kendine dokunmuş… Bilge konuşmaya başlamış ama ne gam… Moritz duyduklarını hayra yormuş her halükarda… Uzaktan Safir’in gülüşü gelmiş. Rüzgârınkine karışan bas sesiyle manasızlaşmış bilge…

“Bir mart daha görür müyüm?” diye geçirmiş içinden Moritz…

“Yok” demiş bilge…

***

“Yok” dedi Moritz incirin en tepesinden. Ağaç sanki biraz daha büküldü. “Bunlar benim son günlerim” dedi Moritz. Garip bir böğürtü geldi taşın içinden. “Bu geçen benim son martımdı”. Uzaktan bir kadının kahkahasını duyduk. “Tek bir an bile geçmedi seni düşünmediğim Safir…” diye devam etti Moritz ama yaprakların uğultusundan duyulmadı gerisi.

Safir Moritz’e yasladı başını. On bir ay boyunca düşündüğü, eylediği, düşlediği her şeyi bu gece üstüne takmış takıştırmış gibiydi ve bu durum hepimizi bu buz gibi karanlığın sessiz ayin yoldaşlarına çevirmişti. Safir gülümsüyordu ve o böyle gülümsedikçe kaç vakittir azgınca esen rüzgâr bile giderek uysallaştı. Hala yukarı bakıyordu Safir ve o böyle baktıkça kuş daha bir iştahla dönüp durdu tepemizde. Safir en olmuş meyvesiydi ağacın; hiç kımıldamayacak gibi asılı kalmıştı zamanda.

Sonra dile geldi Safir… Hiçbirimizin bilmediği bir dile… Birdenbire her şey tepetaklak oldu…

Bilmediği bir sesti bu incir ağacının. Biraz kaldırır gibi oldu başını; galiba şaşkındı. Yapraklar zaten bir süredir uğuldamaktan ziyade bir şarkı mırıldanır gibiydiler; şimdi iyiden iyiye kulak kesildiler. Taş inlemeyi ve böğürmeyi keseli bir vakit olmuştu; o da olanı biteni dikkatle izler gibiydi. Kuş, uzaktaki başka bir ağaca kondu. Kadının kahkahaları geceyi yırtmaktan vazgeçti.

Ömrünün son martını soğuktan titreyerek ve de sığındığı yerden başını bile uzatamadan tüketmek zorunda kalmış Moritz’in göğsü kabaracak gibi oldu. Bütün dünya ve hatta deniz susmuş, Safir’i dinliyordu; Safir’se ona dokunmakla meşguldü. Aylar sonra ilk defa ısındığını duydu Moritz. Yine titriyordu her yanı ama bu kez soğuktan olamazdı.

Bu durumun ne kadar sürdüğünü açıkçası ben de bilmiyorum. Uyuyakalmışım. Uyandığımda etrafımdaki her şeyin uyumakta olduğunu fark ettim. Rüzgârla ve envai çeşit gürültüyle tıka basa dolmuş kulaklarım aylar sonra sessizliği tattı. Sonunda galiba teşrif etmişti bahar ve bu durum bizim Moritz’in sinirini adamakıllı bozuyor olmalıydı. İstemeye istemeye ağacın tepesine baktım. Hayır… Bu çok tuhaftı… Bu görülmedik bir şeydi… Moritz, gözlerini Safir’in gözlerine dikmiş gülümsüyordu… Kaç yüz kere gelmişti de çarçabuk kovmuştum bu görüntüyü zihnimden… İstemediğimden değil hayır… Olmayacak bir duaya âmin demekti bu; öyle görünüyordu… Ama her nasılsa gülümsüyordu Moritz… Taş çözülmüştü…

Safir, Moritz’e diktiği gözlerini iki kez kapatıp açtı… Bir anlaşmayı onaylar gibi… Asla bilemeyeceğimiz bir anlaşmayı… Moritz’in gözlerinde bir şey parlayıp söndü…

Sonra ikisi de denize dönüp, yarımayın ölüşünü seyre daldılar…

Nisan 2010

Yazı: Alper Bakıner

İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

İlk yorum yapan olun

Bir Cevap Yazın