YAZ YAĞMURU

Güneşle sek sek oynuyor martılar. Seferden dönmenin yorgunluğuyla selamladılar sahil halkını, bağırsaklarında çok balık yemenin ağır yükü…

İçlerinden biri dayanamamış olmalı ki, bağırsaklarında ağırlaşan b.ku bıraktı sahil turu atan karıncanın başına. Sarsıcı bir güçle yapıştı karınca ayakkabı numaralarının kazındığı kaldırıma. Kedi her zamanki yerde bekliyor hiçbir zaman saldırmaya cesaret edemediği lağım faresini. Günün yorgunluğu ve alkolün katkılarıyla yaşlı adamın uyuya kaldığı küçük balıkçı teknesi, ne zamandır bilinmez öyle seyirsiz gemi gibi tüm trafik kurallarını ihlal ederek sallanmakta suda ve tüm olumsuzlukları sonlandırma maksatlı polis bekliyor kıyıda… Güneşten ısınarak yakıyor üst kalça kısmını demir copu… Kelepçelerin uzun süredir kılıfından çıkamamasının hazin öyküsü… Ve gün sessizliğe dönüyor.

Koca bir fırtına haberi yollayan kara bulutlar, çok uzaklardan sinsice yaklaştılar… Sinsice sarmışlar gök kubbeyi ve sarsıcı bir gürültüyle çatladı rahmi. Böğrüne hançer gibi saplanıp çıkan yıldırımlar yardı karanlığı. Rüzgar esmekte ve dalgaları köpürterek vurmakta sahile ve o sahillerde kısa siyah saçları, yırtık gömlek, siyah şortlu ve yalın ayak bir delikanlı geçmektedir. Dalgalar gibi iç içe karışmış duyguları, kalp atışları… Bardaktan boşanırcasına yağan yağmura katkı sunuyor. Kara gözleri erkekliğe inat ağlamaktaydı. Oysa her şey ne güzel başlamıştı. Kötü gidişatlar da çoktu. Hatta onu bir köşeye sıkıştırmak istercesine artıyordu. Ama bunlara inat daha bir heyecanla giyinmiş, kuşanmış umut dolu gözlerle merhaba demişti güne ve o gözlerle çıkmıştı anılarını depreştirdiği kıyılara. Ve o sahillerde beklerdi gün batışını, elinde bir şişe… Yakamozlu dalgalara çizerdi sevdiğinin resmini ve kadeh tokuştururdu. Aradaki mesafeye inat haykırırdı ismini o da gelirdi, yanı başına otururdu. O gün gelmedi işte, haykırdı, çağırdı duymadı. Duysa gelirdi ya gelmedi, hüzün bastı, yumuşak duyguları karardı. Hırçın kavgaları geldi aklına, kız yırtıcı kedi gibi çıkartırdı tırnaklarını atlardı üstüne, O da hırçın bir yaratıktan kaçar gibi kaçardı. Gevşeyen beyin hücrelerine misafir olan bu anıyla ince bir gülümseme gelip oturdu dudaklarına, ağlamaktan buruşmuş yüzü gülüyordu. Gözleri bu hatıralarla doluyken yakaladı sinsice yaklaşan kara bulutlar. Kanatlarında ağustos yağmurları taşınıyordu. Hüznüne eşdeğer bir ağustos günü işte, bulutlar ağlıyordu, o ağlıyordu. Kendisiyle dövüşürken yırttı gömleğini, kaybetti terliklerini, doğacak güne gebe olan karanlıkta, kendini kaybettiği gibi…

Yağmur saç tellerinden ayak parmaklarına kadar ıslatmıştı titreyen sarhoş delikanlıyı. Mecali kalmamış bedeni yürümekte zorlanıyordu. Durdu. Varmıştı işte… Yıllardır geldiği bu noktada anlamlı anlamsız yazılarla dolu eski bir bank, sırtını denize döndü oturdu. Işıl ışıl parlıyordu göz bebekleri ve ağlamaklı gülüyordu. Güneş öteden uzattı ışınlarını. Yağmur dindi ama gözlerindeki yaş, bitmek bilmeyen akarsu… Kaynağı yürekte saklı. Vücudunun her noktasından, kaldırımın her noktasına bedenini ürperterek dolaşan sular damlıyordu. Mağrur bir şekilde baktığı yer: Kırık pencereli, kapısı kalın zincirlerle kitlenmiş, dökülmeye yüz tutmuş duvarları sarmalayan sarmaşıklarla duvak takmış gibi küçük bir ev görünümü… Önce tamir etti, onardı, süsledi en baş köşeye sevdiğini oturttu. Ve sonra sırtını döndü hayallerini kitlediği yazlık eve… Gitti…

Ali her zaman olduğu gibi bu hikayeyi de kağıt kalem marifetiyle yazdı. Erdinç illüstrasyonu hazırlarken ambale olmuş durumda bulunduğundan; kolaya kaçıp kendi çekmiş olduğu bir salıncak fotoğrafı kullanmak istese de fotoğrafın yazıyla olan alakasızlığını gidermek için salıncağa bir kelebek kondurdu. Yeni durumda da alakasızlık halinin bozulmadığını söyleyecek herkesi düelloya davet etmesinden korkuyoruz…

Yazı: Ali Ergin

İllüstrasyon: Erdinç Yücel

İlk yorum yapan olun

Bir Cevap Yazın